12 Ağustos 2009 Çarşamba

İspanya, Andulucia - Granada

İspanya tatilimizin 3. günü sabah erkenden kalkıp 9.45'teki Granada uçağına yetiştik. Biletleri Türkiye'de internetten almıştık. İspanya'da uçakla seyahat etmek trenle seyahat etmekten daha ucuz. Biz de araştırdık ve hem hızlı hem de ucuz olduğu için uçağı tercih ettik. Yaklaşık 1 saatlik yolculuğun ardından Endülüs topraklarına ayak bastık. Uçaktan iner inmez Granada'nın sıcak havası karşıladı bizi. Havaalanının servisi ile şehre geçtik. Granada gördüğüm kadarıyla gayet huzurlu, sessiz, sakin bir kentti. Otelimiz servis durağına çok yakındı. "Hotel Carlos V" güzel bir binanın 4. katında 5-6 odalık bir otel. Adını Kral 5. Carlos'tan alıyor. Otelin hemen yanında eski bir kilise vardı. Kilise çanı ve şehir manzaralı odamız çok temiz ve lükstü. İspanya'da oteller konusunda şanslıydık neyseki. Bu otelde yemek servisi yok. Sadece çay, tost gibi kahvaltılık yiyecekler veriliyor. Biz de tost ve çay istedik ama şok! şok! şok! Gelen sadece sallama çay, ısıtılmış tost ekmeği, marmelat ve tereyağı idi... :) Neyse deyip bu seferlik bulduklarımızla yetindik.

Otelden bir harita istedik. Çok tatlı bir ablaydı otel görevlisi. Bize bir sürü tavsiyelerde bulundu. Gece flamenko gösterisi izleyebileceğimiz güvenli bir organizasyona kaydımızı yaptı. Zira çingene mahalleleri çok ta tekin olmazdı.

Kişi başı 26 Euro ile otantik bir çingene flamenko gösterisi izleyebilecektik.

Granada deyince akla tabii ki Endülüs emevilerinin İspanya'daki en görkemli eseri olan Al Hambra Sarayı geliyor. Sarayı korumak adına içeriye belli sayıda kişi alınıyor, bu durumda da önceden rezervasyon yapmak gerekiyormuş. Buraya gelip eli boş dönmemek için biletimizi bir hafta önceden internetten aldık. Randevumuz saat 14.00'teydi. Bu arada şehri gezmek için dışarı çıktık. Otelden henüz uzaklaşmıştık ki bugün ilk defa giydiğim terliklerimin çok rahat olmadığını farkettim. Bütün gün gezeceğimiz için değiştirsem iyi olur diye düşünürken mükemmel eşim Ömer, "sen şu yol kenarındaki banka otur, ben terliklerini götürüp ayakkabılarını getireyim" teklifinde bulundu. Bankta orta yaşlı bir teyze kocasıyla el ele oturuyordu. Ben de yanlarına oturdum, terliklerimi çıkarıp ömer'e verdim. Ayaklarımın altına resepsiyondan aldığımız haritayı koyup beklemeye başladım. Yanımda oturan çift ilgiyle ne yapmaya çalıştığımızı anlamaya çalıştılar ama en sonunda Ömer gidince dayanamayıp gülerek "neler oluyor?" diye sordular :) Olayı anlatınca da Ömer gibi kibar bir eş bulduğum için şanslı olduğumu söylediler.
Etrafa şöyle bir bakınca geniş caddesi ve meydanı, çiçeklikli sokak lambaları, yeşilliği, temizliği ile Granada'nın iyi bir semtinde olduğumuzu düşündüm...

Granada 'da hayranlıkla eski kiliseleri dolaştık. Pazar olduğu için ayinlere denk geldik. Tekinsiz çingene mahallesinden geçtik ve halen müslümanların yaşadığı bir bölgede hediyelik eşyalara göz attık. Bu çarşıyı urfa'daki dergah çarşısına benzettim biraz. Nargileler, lambalar, sedef kakma hediyelikler, çarıklar, magnetler, fularlar ve daha birçok hediyelik eşyaların satıldığı çarşıdan baharat kokuları yükseliyordu. Zenci bir sokak satıcısından 2 adet yelpaze alıp Al Hambra'ya doğru yola koyulduk. Önce yürüyerek gideriz diye düşündük. Yolda büyük ve tarihi bir hastane binasının fotoğraflarını çektik. Daha sonra eski müslüman şehirlerine özgü, dar, labirent gibi sokakları, yüksek duvarlı evleri geçip bir meydana vardık. Sokaklardaki ağır içki, şarap, bira kokusu sıcak hava ile birleşince başımı ağrıtmıştı. Meydandan Al Hambra dolmuşuna atladık. Vardığımızda daha yarım saatimiz vardı. Soğuk bişeyler içip dinlendik Al Hambra'nın girişinde.

Sarayı gezerken bir yandan da tarihini dinlemek için pasaportumuz ve 4 euro karşılığında bir diafon aldık girişten. Fakat daha sonra diafonun ses kalitesinin pek iyi olmadığını farkettik.

Saraya giriş yaparken içerideki dünyayı hayal etmeniz mümkün olmuyor. Kendimizce büyük beklentilerle gidip beklediğimizin çok çok ötesinde bir dünya ile karşılaştık doğrusu...

Al Hambra arapçada kırmızı demekmiş. Bazıları sarayın adını, inşaatında kullanılan malzemenin renginden aldığını söylerken bazıları da Nasrî İslam Devletinin kurucusu İbn ül-Ahmer'in, Gırnata(Granada) Kalesini ele geçirince, kendi adını verdiği Al Hambra Sarayının inşâtını başlattığını söyler. Nasrîlerin başşehri Gırnatanın Kalesi içindeki düzlüğe kurulan saray, İbn ül-Ahmer ve kendisinden sonra gelen sultanlar tarafından ilâveler yapılarak Al Hambra şaheseri meydana getirilmiş. 13 ve 14. yüzyılda inşâ edilmiş Al Hambra, İslâm sanatının Batıdaki şaheseri. Sanat tarihi bakımından kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük...

Öyle bir saray düşünün ki, sayısız odası olsun, sayısız bahçesi, avlusu, havuzu, fıskiyesi olsun.. Merdiven kenarlarındaki su yolları, su sesi ile uyumak için odaların içine yapılmış şadırvanları olsun..
Tüm odaların ve salonların tavanları ve duvarları inanılmaz karmaşıklıkta ve incelikte süslemele
rle, süslemelerin içine gömülmüş arapça surelerle kaplanmış olsun.. Sarayı hızlıca gezmek bile en az 5 saatinizi alsın...
.
  





  








 


İslamiyette su, saflığı ve temizliği temsil ettiğinden heralde Granda gibi sarı sıcak bir şehirdeki bu sarayda su teması çok öne çıkarılmış...

Al Hambra'yı görmeden önce hiç bir şey görmemişim ben meğer... bu kadar mükemmel bir yapıyı, bu kadar ince işçiliği, bunca estetiği bir arada görmek bir yana hayal bile etmemiştim.. Dünyada görmeniz gereken 1001 yer, 101 yer muhabbeti vardır hani.. Bu sarayı 1 numaraya yerleştiririm heralde.

Saraya girerken biraz acıkmıştık, bişeyler yesek mi diye düşünürken zamanımız kalmamıştı. Buna rağmen 6 saat içeride dolaştık, çeşmelerden su içtik, havuzlarına ayaklarımızı daldırıp serinledik, limon ağaçlarının altında dinlendik ve sanırım içerideki rüya bize açlığımızı unutturdu... İçeride devamlı karşılaşıp fotoğraflarımızı çekmelerini istediğimiz Koreli çiftle de arkadaş olduk. E- mailllerimizi aldık.. Bize kendi fotoğraf makinaları ile çekip anında bastırdıkları fotoğrafı hediye ettiler. Bizde toplu bir fotoğraf çekip e-mail adresilerine yolladık.

Al Hambra'yı daha fazla anlatamıycam çünkü kelime bulamıyorum. Resimlerini yükledim.. Resimlere çift tıklayıp büyütebilirsiniz...

Akşam 19.30 gibi otele döndük. Dizlerimizde derman kalmamıştı. Duş alıp 2-3 sat dinlendikten sonra gece 22.00'deki flamenko gecesine katılmak için dışarı çıktık. Yakınlardaki bir restaurantta pizza ile karnımızı doyurup organizasyonun servisini, söylenen yerde beklemeye başladık. 21.30'da bizi alacaktı güya.. Bekle bekle gelmedi. Bir ara Al Hambra'da tanıştığımız Koreli çiftin de içinde olduğu bir otobüs geçti önümüzden, acaba bu bizim otobüsümüz mü, onlar da mı geceye katılıyor diye geçirdim içimden ama otobüs durmadı. En sonunda oteli arayınca bir aksilik olduğunu bizi çingene mahallesine taksi ile göndereceklerini söylediler. Mahalleye ulaştığımızda herkes bizim gelememizi bekliyordu ve tahmin ettiğim gibi koreli çift te oradaydı... :)

30 metrekarelik bir salonun çevresindeki ufak sandalyelere konuklar oturmuştu. Salonun duvarlarına eski flamenkocuların dans ederken çekilmiş fotoğrafları, bakır tavalar ve kepçeler asılmıştı. Sağ taraftaki bölümde bir gitarist, bir şarkıcı, 3 kadın ve bir erkek dansçı oturuyordu. Bizim gelmemizle birlikte müzik başladı. Bir yandan erkek vokalin sesi bir yandan da dansçıların ritmik alkışları eşliğinde pembe elbiseli dansçı salonun ortasında dans etmeye başladı.

Yüzünde çok ciddi bir ifade vardı. Dans ederken vücudu kadar ellerini ve ayaklarını da çok iyi kullanıyordu. Flamenko'da ayak figürleri ve ayakların çıkardığı ses ön planda... Dansına hızlı bir tempo ile devam eden dansçı bir anda dansı bitirip yerine oturdu. Bu "dans sona erdi" demekmiş. Sonra da kalkıp selam vererek gerçek finali yaptı. 2. dansçı epey yaşlı bir bayandı. Tam bir sinyorita! Bu dansta iyi olduğu, kendine güveninden, yüz ifadesinden anlaşılıyordu. Farklı olarak tahta zillerle dans etti. Zilleri kullanışına hayran kaldık. Bu tecrübeli dansçı rehber aracılığı ile videosunun çekilmemesini rica etti bizden. Gece diğer dansçıların danslarıyla ve şarkılarla devam etti. Erkek dansçı da en az bayanlar kadar iyiydi. Bir kaç fotoğraf çekindikten sonra flamenko gecesi son buldu...

Otele dönmeden önce, rehber bizi Al Hambra'yı en iyi gören tepeye çıkardı. Burada bize Granada'nın sosyal ve tarihi yapısı ile ilgili bazı bilgiler verdi. Burada halen müslümanların, hristiyanların ve çingenelerin beraber yaşadığını söyledi. 13. yüzyılda yapılmış islami bir geleneğin ürünü oaln hamamları ve camileri de görme fırsatımız oldu. Kısa bir yürüyüşün sonunda eskiden müslümanların yaşadığı bir sokağa vardık. Sokağın ortasından boylu boyuna geçen bir oyuk vardı. Su yoluna benzettiğimiz bu oyuğun Müslümanlar tarafından bir çeşit açık kanalizasyon olarak kullanıldığını, atık sularını buraya boşaltıp uzaklaştırdıklarını öğrendik. Bu sokaktaki evlerin pencere kenarlarındaki tüm saksıların
aynı renk ve desenlere sahip olması da dikkatimizi çekti. Bu küpler ve saksılar Granada'da bir atölyede üretiliyormuş. Beyaz renkli bu saksıların üzerindeki yeşil müslümanlığı, mavi ise özgürlüğü simgeliyormuş.

Gece turumuzu tamamlayıp otele döndük ve Al Hambra'yı, orada yaşama şansına sahip olmuş insanları düşünerek uykuya daldık...















6 Ağustos 2009 Perşembe

İspanya, Barcelona-2

Barcelona'da 2. Günümüz. Sabah erkenden kalkıp Park Guell'e gitmeye karar verdik. Bu park ta Gaudi tarafından yapılmış. Otele yürüme mesafesinde olduğunu söyledi resepsiyonist. Harita eşliğinde daha kahvaltımızı bile edemeden yürüdük, yürüdük, yürüdük... Çok da yakın değilmiş aslındaa! Yolda kahvaltı için yiyecek bişeyler aldık marketten.

Park Guel daha kapısından girmeden bir sanat eseri ile karşılaşacağını hissettiriyor insana. Gaudi'nin epey boş vakti varmış diyoruz içimizden ve tüm bunları nasıl düşündü, tasarladı ve uyguladı diye düşünmeden edemiyoruz. Mozaiğin yoğun olarak kullanıldığı bu park kale surlarına benzer duvarlarla çevrili. duvarların üstü rengarenk mozaiklerle süslü.


















Ön avluda mozaikle kaplı koca bir kurbağa heykeli, havuz ve çeşme bulunuyor. Basamaklardan çıkınca sütunlarla çevrili, tavanı yine renk renk mozaiklerl işli bir alana ulaşıyoruz. Burada müzik dinletileri yapılıyor konserler veriliyormuş. Biz de flamenko gitar dinletisine rastladık burda ve çok hoşumuza gitti...










Park Guell'de o gün farklı bir etkinlik daha vardı. Uluslararası bir sanat projesinin ortasında bulduk kendimizi. Sanatçıları anmak için ve sanatın evrenselliğini dile getirmek amaçlı bir projeydi.
Bu parkta da Gaudi'nin üslubu ile farklı milletlerden insanlardan büyük yuvarlak bir resmi boyamalarını rica ediyorlardı. Bende de az buçuk ressamlık var ya hemen olaya girdim tabii :) Yalnız yorgunluktan olsa gerek boyamam gereken kısmı biraz taşırdım. :) Ardından da resmin ortasındaki bölüme imzamı çakıp, anı defterine hislerimi döktüm :)



Park Guell'in arka bölümleri de yine gaudi'ye özgü köprüler, geçitlerle süslenmişti.
















Park'ın bahçesindeki müzede Gaudi'nin mobilya tasarımlarını görme şansım oldu. Gaudi'yi takdir ve tebrik ediyorum. Önünde saygıyla eğiliyorum. İşte yaratıcılık budur diyorum...

Parkın karşısındaki dükkandan 2 yelpaze ve bir de flamenkocu kadın biblosu alıp Catalunya meydanına doğru yola çıktık. Yolda rastladığımız dükkanlardan şu ünlü kurbağa'nın magnetlerinden alıp yolumuza devam ettik.

Öğlene doğru hava iyice ısınmıştı. Heralde sıcaklı 30 -32 derece civarıydı.Kendimizi serin bir yerlere atmak için sabırsızlanıyorduk.







Limanda büyük bir kapalı alanda devasa bir akvaryum olduğunu duymuştuk. Hatta bir kaç yerde gördüğümüz reklamlarında "Akvaryumu görmediyseniz Barselona'yı görmemişsiniz demektir" yazıyordu. Önce metroya bindik. Barselona'da 8-10 tane metro hattı var. Hangisinden inip nereye bineceğimizi bulmak ise bulmaca çözmek gibiydi. Herbirimiz 7.5 Euro'ya aldığımız 10 kontörlük biletle 3 gün boyunca Barcelona'da gezdik. Her neyse Catalunya meydanında metrodan inip Limana kadar yürüdük. Akvaryuma bitişik bir alışveriş merkezinde biraz soluklanıp bir iki mağaza baktık. Burdan harika 2 kemeri çook ucuza aldımmm :)
Akvaryum övdükleri kadar varmış. Denizin altında cam bir fanus içinde hissettik kendimizi. O derece büyüktü yani. Köpekbalığı, güneşbalığı, penguen, ahtapot, vb aklıma gelecek her türlü deniz canlısını gördük herhalde...

İspanya, Barcelona

23 Temmuz gecesi Madrid üzerinden Barcelona'ya ulaştık. Madrid havaalanı o kadar büyüktü ki dış hatlardan iç hatlara gitmek için metroya binip ardından da epey yürümemiz gerekti.

Sonunda Barcelona'ya gelebilmiştik. Barcelona Havaalanında ise başka bir süprizle karşılaştık. Uçaktan indik fakat bagajımız ortada yoktu. Herhangi bir yönlendirme levhası da olmadığı için bagajın kocaman havaalanının taaaa diğer ucunda olduğunu sora sora öğrendik ve bir çok polis kontrolünden geçerek bagajların verildiği kapıyı bulabildik. Bizim bagaj bandın üzerinde tek başına dolanıp duruyordu... Bagajları bu kadar uzakta teslim etmenin mantığını anlayamadık doğrusu.

AirportBus ile şehir merkezine geldik. Buradan bir taksiye atlayıp otele ulaştık. Allah'tan Otel şehre yakındı.

Sabah kalktığımızda otelden bir harita istedik. Resepsiyonist bize görmemiz gereken yerleri harita üzerinde işaretleyip yol gösterdi.

Catalunya Meydanı Barselona'nın göbeğinde kocaman havuzlar ve heykellerle süslü çok güzel bir meydan. Sabah bu meydandaki Cafe Zürich'te kahvaltı ettik. La Ramblas caddesi ise meydandan denize doğru uzanan şehrin en ünlü caddesi diyebiliriz. Caddede canlı heykeller, hokkabazlar, ressamlar, hediyelik eşyacılar, palyaçolar insanları eğlendirerek para kazanma derdindeler. Turistlerin en yoğun olduğu bölge bu cadde.



Caddenin deniz tarafındaki ucunda Christof Colomb'un Amerika'yı işaret eden görkemli anıtı bulunuyor.




























Caddeyi ve anıtı gezdikten sonra İspanya'nın en ünlü sanatçısı olan "Gaudi"nin eseri "Sagrada Familia" adlı henüz yapımı tamamlanamamış katedrali ziyarete gittik. Bu yapıyı ilk gördüğümde gözlerime inanamadım. Bu kadar büyük bir yapı nasıl bu kadar detaylı işlenmiş olabilirdi... Her köşesinde küçüklü büyüklü heykeller, oymalar, simgeler... Kapısı harflerle kaplanmış ve harflerin içinde "JESUS" kelimesi ve bazı başka kelimeler ön plana çıkarılmıştı. Sagrada Familia'yı anlatmaya kelimeler yetmez. Bu nedenle ancak gidip görerek ihtişamını anlayabilir insan.










Sagrada Familia'yı gezdikten sonra çok acıkmıştık. Yakınlarda bir kaç yere bakındıktan sonra ben "paella" adlı ispanyol yemeğinde karar kıldım. Ömer ise pizzada. Paella safranlı ve etli pilav demekmiş. Deniz ürünleri, kırmızı et veya tavuk ile yapılabiliyor. Tadı gayet güzel, damak tadımıza da yakın bir yemek. Granada'dan safran aldım bu yemeği evde de yapmak için.


Enerjimizi topladık artık Gaudi'nin diğer eserlerini görme vakti. Casa Mila ve Casa Battlo Gaudinin yaptığı binalar ve şu anda banka ve müze binası olarak kullanılıyorlar. Bu binalar La Pedrera diye bir semtteymiş. Yani bulunduğumuz yere biraz uzak. Biraz yürüyüp yolda karşılaştığımız kilise, katedral, eski belediye binasını da gezdikten sonra La Pedrera'ya metro ile gitmeye karar verdik zira çok yorulmuştuk.


Casa Mila asimetrik hatları ve sıradışı ferforjeleri ile bizi şaşırtmayı başardı. Şu anda banka olarak kullanılıyor.




Casa Battlo ise daha narin ve zarif hatlara sahipti, renkli mozaikten dış cephesi görülmeye değer...

İlk gün için turumuzu tamamlamış ve epey de yorulmuştuk. Güneş batarken biz de Catalunya Meydanının yolunu tuttuk. Burada biraz alışveriş yapıp otele döndük.