19 Aralık 2009 Cumartesi

12- 13 Aralık Şeb-i Aruz Törenleri için Konya'daydık...


Elif Şafak'ın bu yıl yayımlanan Aşk adlı kitabı 5 ayda 300.000 adet satıldı ve Elif Şafak'ı Türkiyenin en çok kazanan yazarı yaptı.. 2009 yazında, tatil beldelerinde, şehirlerarası otobüslerde neredeyse tüm hanımların elinde bu pembe kitabı gördük. Daha sonra erkekler almaya çekinmesin diye gri kapaklısı da basıldı. Kitabın konusu Mevlana, Şems-i Tebrizi ve Aşk idi. Bu kitapla beraber insanların Mevlana'ya, Şems'e ve onların yaşadıkları şehir olan Konya'ya olan ilgisi de belirgin biçimde arttı.

Konya'ya daha önce 2 defa gitme fırsatım olmuştu. 1. si 4-5 yıl önceydi. Ailemle tatile giderken yol üstü uğramıştık Konya'ya. Çok hoşuma gitmişti şehir, kendime yakın bulmuştum..Bu yakınlık hissini Konya'nın da memleketim Urfa gibi dini, manevi ve tarihi açıdan zengin olması ve insanların sıcakkanlı olmasına bağlamıştım.
2.gidişim geçen Ağustos'ta bir arkadaşın düğünü içindi. Cumartesi sabahı yola çıkıp pazar akşamı döndük. Ömer'lerin Konya'da boş bir evleri vardı.. Yanımızda uyku seti götürüp gece orada uyumuştuk. Bu düğün vesilesiyle çok güzel bir Konya gezisi yapma fırsatı da bulmuştuk. Bunda Ömer'in Konya'lı olmasının ve Aşk kitabını okumuş olmamın katkısı çok fazlaydı. Daha bir saygıyla gezdim müzeyi, İplikçi Camiini ve Konya sokaklarını.
Ayrıca Konya'nın o az katlı apartmanları ve Meram yolundaki villalarına bayılıyorum. Gökyüzünü görebiliyosunuz, caddeler geniş, trafik yok. Huzur veren bir kent kısaca.

Daha önce hakkında çok az şey duyduğum ve bu yıl 736. sı gerçekleştirilecek olan Şeb-i Aruz törenlerine gitme fikri ise yine AŞK'ı okuyan Seda'dan geldi. Fakat o kadar çok ilgi varmış ki önce bilet kalmadığını öğrendik. Neyse ki kayınpederim Konya'daydı ve bilet işini bir şekilde halletti. Sonra otellerde yer bulamadık ve yine Ömerlerin evinde kalabilir miyiz diye düşündük. Ama bu sefer 8 kişiydik ve hava çok soğuk olacaktı. Ömer Konya'daki komşularıyla görüşerek ısınma, yatak ve temizlik işini çözdüğünü söylese de ben arkadaşları rahat ettiremeyeceğimizden endişeliydim.

Bursa ekibi(Seda, Özgür, Esra, Can) cuma akşamı Bursa'dan Ankara'ya doğru yola çıktılar. Gece 00.30'da bizim evdelerdi. Hafif bir şeyler atıştırıp fazla geç olmadan uyuduk. Erdinç'te aynı saatlerde İstanbul'dan çıkıp Ankara'ya gelmişti. Sabah Erdinç, Zennur ve Duygu'da bize geldi, hep beraber kahvaltı yaptık.Duygu Konya'ya gelmek konusundaki kararsızdı. Sonunda ikna edemedik.

Saat 10.00 gibi iki araba arka arkaya yola çıktık.. Erdinç, Ömer, Zennur ve ben bizim arabadaydık. Yol boyu gülmekten kırıldık. 3 saatlik güzel bir yolculuktu gerçekten. Ankara Konya yolunda ne kayda değer bir viraj, ne bir yokuş var. Dümdüz, düzgün bir yol. Yolculuk çok rahat geçiyor bu nedenle.
Konya'ya vardığımızda hava soğuktu. Tören başlamak üzereydi. Etkinlik 12 Aralık'ta başlayıp 1 hafta boyunca hergün 14.00 ve 20.00 saatlerinde olmak üzere iki defa yapılıyor. 17 Aralık Mevlana'nın ölüm yıldönümü fakat bu güne vuslat yıldönümü deniyor. Allah'a kavuşması kastediliyor burda. Hemen biletleri aldık ve tören yerine gittik.
Benim bu törenden pek bir beklentim yoktu.Çünkü nedense törenin karanlık havasız bir spor salonunda yapılacağını, yerlerin numaralı olmayacağını ve çoluk çocuk bir keşmekeşin içinde kalacağımızı düşünmüştüm..Bu saydıklarımın hiç birini yaşamadık. Sırf bu tören için çok geniş bir alana büyük bir kültür merkezi yapılmış. Otopark sorunu yok bir defa. İçeri girdiğimizde tertemiz,iyi aydınlatılmış bir bina ile karşılaştık. Epey geniş olan giriş kısımlarında Mevlana konulu resim sergisi, hat sanatı örnekleri, kitap, ney ve hediyelik eşya standları bulunuyordu. binanın tek kusuru bence tuvaletlerinin yetersiz olmasıydı.Salon amfi tiyatro şeklindeydi.Koltuklar numaralıydı ve epey fazla sayıda yer gösterici vardı. Yer göstericiler mevleviliğin sadeliğini yansıtan hoş giysiler giymişlerdi ve insanlara karşı çok kibardılar. Törene 6 yaşından küçük çocuklar alınmadığı için rahattık.Yerlerimize geçtik. biletlerimiz hiç te öyle son anda alınmış gibi değildi zira sahnenin tam karşısında oturuyorduk. Sadece 1 biletimiz gruptan ayrıydı, Ömer ev sahibi olarak o bileti aldı. Salondaki insan profilini değerlendirmek gerekirse genelde orta yaşlı, orta halli insanlar çoğunluktaydı...

Tören tasavvuf müziği ile başladı. Ahmet Özhan bütün yakışıklılığı ve zerafetiyle sahneye geldi. Televizyonda çok daha yaşlı ve kilolu gözüküyor. Yaklaşık 10 eser seslendirdi. Müziğe hakimiyetiyle göz dolduruyordu.

Ardından sıra sema törenine geldi. 20'ye yakın semazen beyaz kıyafetlerinin üstüne siyah cübbeler giymişlerdi.Aralarında 10-12 yaşlarında çocuklar da vardı. Teker teker cüppelerini çıkarıp hocalarına selam vererek ilahiler eşliğinde dönmeye başladılar. Sonra bir an durup sahne kenarına dizildiler ve tekrar selam verip dönemeye başladılar. Bu olay 4 kere tekrarlandı. Semazenler işlerini büyük bir dikkat, saygı ve titizlikle yapıyorlardı.

Törenden sonra çok acıkmıştık.. Trafikten kurtulup ünlü Tiritçi Mithat'a tirit yemeye gittik. Çok şanslıydık çünkü bizden sonra gelenleri yemek kalmadığı için geri çevirdiler. Tirit yemeği kayık şeklinde bir toprak kapta geliyor. En altta pide, üstünde sarmısaklı yoğurt, onun üstünde yatay kesilmiş adana kebap ve en üstte de maydanoz bulunuyor.Üzerinde et suyu dökülerek servis ediliyor. Acayip lezzetli bir yemek olmasının yanında biraz yağlı ve ağır olduğu için 1 porsiyondan fazlası rahatsız edebilir.Tiritçiden çıktığımızda saat 19.00 olmuştu.


Yakınlardaki Aziziye Camii'ne gittik. 1800'lü yıllarda barok, rokoko mimarisi ile yapılan bu cami'nin en çok minarelerine baylıyorum. Şerefeleri Türk minarelerine göre oldukça değişik biçimde ve şerefe, üzerinde kemerlerle birbirine bağlanan sütunlu bir balkon konumunda.











Buradan ayrılıp Konya'yı kuşbakışı izlemek ve birer çay içmek için KuleSite alışveriş merkezine doğru yola koyulduk. Kule'nin 37. ve son katına çıktık..Hava çok soğuktu.. Terastan Konya izlenip fotoğraf çekinildikten sonra içerideki kafede çaylar kahveler içildi. Zennur'un önünde fal kuyruğuna girdik :) Gelecekten güzel haberler aldıktan sonra eve doğru yola çıktık..


Evde güzel bir süpriz bizi bekliyordu. Komşu Ayhan amca ve eşi evi temizletmiş, iki ayrı odaya perde takmış, halılar yataklar sermiş, elektrikli ısıtıcıları çalıştırmışlardı.Bu gezideki tören salonu endişemden sonra ev endişem de ortadan kalktı böylece :) Kızlar bir odaya erkekler diğer odaya yerleştik ve kapı çalındı. Ayhan amca bu sefer de tepsi içinde meyve ve kuruyemiş getirmiş..Herkes çok mutlu oldu böyle bir komşuluk örneğine tanık olmaktan. Kendisine çok teşekkür ediyor buradan selamlar yolluyoruz..Gece bi güzel uyuyup yorgunluğumuzu attık.

Sabah erkenden kalkıp Meram çayında kahvaltı etmeye gittik. Konya unlu mamuller açısından da zengin bir kent.Bir fırından çeşit çeşit poğaça börek aldık. Meram'da eski bir hamamda kahvaltı ettikten sonra Meram Çayı manzaralı resimler çekip doğayı izledik.


Buradan ayrıldıktan sonra yaklaşık 10 km mesafede eski bir rum köyü olan Sille'ye gittik. AB'den destek alarak epey güzelleşen bu küçük kasabada Şeytan Geçidi, mağara evler ve tarihi küçük köprülere şöyle bir bakınıp Konya'ya döndük.

Şehir merkezinde sırasıyla Mevlana Müzesi, Şems-i Tebrizi Türbesi ve Camii, İplikçi Camii, Karatay Müzesi, Alaaddin Tepesi, İnce Minare Müzesini ziyaret etmeyi planladık.

Mevlana Müzesi Mevlana'ın vefatından yaklaşık 300 yıl sonra inşa ediliyor. İçeride Mevlana ve yakınlarının kabirleri ve Mevlana'nın eserleri bulunuyor. Mevlevihane mutfağı, hücreleri, çile odalarını da görebilirsiniz müze avlusunda.Arkadaşlar çevredeki hediyelik eşyacılardan ufak tefek biblolar da aldılar bu arada.






Şems-i Tebrizi 'nin türbesi Mevlana Müzesine 10 dakika mesafede olan Şems Parkı'nda oldukça sade ve küçük bir cami'nin içinde bulunuyor. Tam da onun tarzı diyoruz içimizden. süsten püsten, makyajdan, maskeden uzak. Daha önce bir mezarlık olan bu park ve camii 1510'da yapılmış fakat bir çok tadilattan ve tamirden geçen camii orinalliğini maalesef kaybetmiş.

İplikçi Camii Mevlana'nın dergahı, çalıştığı, ilim öğrenip öğrettiği bir camii. Sadeliği ile göze çarpıyor. Mevana'nın yaşadığı ev de İplikçi Camii civarındaymış ama 700 yıl içinde yıkılmış, kaybolmuş..

Karatay Cami'si Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmış.Burada 13. ve 14. yüzyıl çini sanatının en güzel örnekleri sergileniyor. Burada arkeolog olan ve Konya'da uzun yıllar müze müdürlüğü de yapan  kayınpederimin arkadaşları ile tanıştık...

Sıra Alaaddin tepesindeydi. Dümdüz Konya ovasında ilginç duran bir tepe. Sonradan öğreniyorum ki bu tepe dünyanın en eski ve büyük yığma tepesi imiş. Alaeddin cami tepenin kuzeyinde yer alan eski bir Selçuklu eseri. Selçuklu sultanı 1. Mesud zamanında yapımına başlanmış ve aralıklarla ilaveler yapılarak son şeklini Alaeddin Keykubat döneminde almış. Bu yapı grubunun içinde 8 Selçuklu sultanının mezarı da bulunmaktadır.


Harap olan bir Selçuklu köşkünün kalıntısı üzerine, bu kalıntının tamamen yok olmasını önlemek amacıyla yapılmış olan bir şemsiye tepeye değişik bir görünüm katıyor.


Ve son durağımız İnce Minare camii. Alaeddin Meydanı’nda bulunan İnce Minareli Medrese, Selçuklu Sultanı II.İzzeddin Keykavus döneminde Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından hadis ilmi okutulmak üzere 1264 yılında yaptırılmış. Bu müze ince ince işlenmiş heybetli kapısı ve dikkat çeken turkuaz rengi yıkık minaresi ile çok zarif duruyor. Müzenin kubbesi de ince bir sanatın ürünü. İçeride ise birbirinden özel taş ve ahşap eserler sergileniyor.

Foto çekme işlerini bitirdikten sonra saat 16.00 olmuştu. Hepimiz artık aç ve yorgun olduğumuz konusunda hemfikirdik :) Tandır kebabı yemek için biraz geç olmuştu ama yine de şansımızı deneyelim dedik. Ömer bizi ünlü Hacı Şükrü'ye götürdü ama maalesef önceki gün kadar şanslı değildik. Kebap kalmamıştı fakat halimizden anlayan garson bizi yakınlardaki Konya Özel'e yönlendirdi. Neyseki burada tandır vardı. Konya Tandır kebabını zaten çok severdim ama en güzel tarafı da hazır olması ve hemen gelmesi :) Garson'un anlattığı kadarıyla et, taş fırında önce yağsız olarak 3 saat, sonra yağ eklenerek 3 saat daha pişiriliyormuş. Neyse günün sonunda mükemmel bir yemek yemenin keyfini çıkardık :)

Artık Bursa ekibi ile ayrılma vakti gelmişti zira onların yolu bizimkinden uzundu. Sevgili dostlarımızla başka bir organizasyonda görüşmek üzere vedalaştıktan sonra biz Ankara ekibi olarak çarşıya geçtik.

Erdinç ve Zennur dükkan gezmek istediler..Yolda rastladığımız bir keçe atolyesinde keçe yapımını izledik. Burada resim yapan bir bayandan bir Mevlana tasviri satın aldım. Yine ara bir sokakta taburelere oturup çay içtik.. Hava soğuktu ama yerli yabancı bir sürü turist geziniyordu çarşıda. Bu arada "Eskişehir Leylek Havada" turizmin sahibi ile de tanıştık çaycıda. Renkli ve hayat dolu bir kişilikti... :)




Alışveriş faslından sonra eşe dosta ünlü Konya sarmasından(rulo kat'a benziyor) aldık ve güzel anılarla Ankara'ya yollandık...

27 Ekim 2009 Salı

Paris'te 2. Günümüz

Ömer sabah erkenden eğitime gitti. Bugün Ömer'in ben yokken gezdiği Sacre Coeur Katedraline gitmeye karar verdim. Öğlene kadar orayı gezip, sonra Ömer'le buluşacaktım.Bu gezide metro ve şehir haritaları ayrılmaz parçalarım oldu diyebilirim.

Otele çok yakın olan süpermarketten kahvaltı niyetine yiyecek ve içecek bişeyler alıp metroya indim.

Katedral Montmarte'deydi. Metrodaki bilet gişesinden detaylı bir Paris haritası istedim. Bu haritada hem cadde ve sokak isimleri hem de metro hatları bilgileri bulunuyor. Metrodan çıkınca çok şenlikli bir sokakta buldum kendimi. Hediyelik eşyacılar, cafeler, alışveriş yapan insanlarla doluydu cadde.Burdaki dükkanlardan güzel bir kaç hatıra eşyası aldım...

Sacre Coeur sokağın sonunda görünüyordu. Katedralin beyazlığı güneşte insanın gözlerini kamaştırıyordu. Burası Paris'in en yüksek noktası ve bu nedenle güzel bir manzarası var. Katedrale ulaşmak için bitmek bilmeyen merdivenleri çıkmam gerekti. Burada ellerindeki Eiffel Kulesi anahtarlıklarını satmaya uğraşan bolca zenci satıcı ile karşılaştım.Kibarca "hayır, istemiyorum" deyince rahatsız etmiyorlar. Katedrale çıkan 2. katta geniş merdivenlere oturup bir süre Arp çalan bir müzisyeni dinleyip Paris manzarasını izledim. Bir iki fotoğraf çekip yukarı çıktım. Katedral diğer kiliseler gibi kasvetli değildi. Beyaz rengin verdiği huzurdan mı kaynaklanıyor acaba?

Katedralin bahçesinde turistlerin portrelerini çizen sokak ressamlarına rastladım. Montmarte'ye yakın bir yerde sokak ressamlarının yoğun oldu ressamlar tepesi bulunuyor.Bölgeyi gezdikten sonra Ömer'le buluşmak üzere yola çıktım.

Bir metrodan inip diğerine bindim ve tesadüfen Ömer'le karşılaştık :) Beraber Eiffel kulesine gitmeye karar verdik. Eiffel kulesini görmeden önce bir demir kulenini neden insanların ilgisini çektiğini merak ederdim, anlam veremezdim. Fakat gördükten sonra bu kadar büyük bir kulenin, demirden parçalarının birleşme şekilleri, ışıklandırılınca aldığı görüntünün olağanüstü olduğunu farkettim.Kule dünyanın en çok ziyaret edilen paralı anıtı imiş.324 metrelik bu kule rüzgarla birlikte 6-7 cm kadar yana yatıyormuş ve güneşten dolayı 18 cm'ye kadar genleşiyormuş. Kule ismini, tasarımını yapan  Gustave Eiffel'den almış.
Eiffel kulesinde bolca fotoğraf çekindikten sonra Paris'in ünlü opera binasını görmeye gittik. Burda bir opera izlemek istedik fakat pariste olduğumuz tarihlerde bilet bulamadık.

Opera binasının bir iki cadde ilerisinde Paris'in en ünlü alışveriş merkezi olan La Fayette'e gittik. Hayatımda gördüğüm en göz alıcı alışveriş merkeziydi. Bir sarayın çarşı haline getirildiği hissine kapıldım.Mağazanın tavanı kubbe şeklindeydi. 4 katlı olan binanın her bir katın balkonlarının dışa bakan yüzü ince ve renkli desenlerle süslenmişti. ilk katın orta bölümde kozmetik markalarının standları vardı. Buradaki tüm satış temsilcileri çok bakımlı ve güzeldi.
Üst katlarda dünyanın en ünlü markalarının mağazalarını bulabilirsiniz. Fiyatlar çok çok yüksek normal olarak.

La Fayette'den ayrıldıktan sonra hiç bir avrupa seyahatimde gitmeyi ihmal etmediğim H&M mağazasına uğrayıp bir iki ufak alışveriş yaptım. Ve çoktan gece olmuştu...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Işıklar şehri Paris...

7-10 Ekim tarihleri arasında Paris'teydim. Vize problemini konsolosluktaki bir tanıdık sayesinde zamanında halledebildik. Yolculuk İstanbuldan 3.5 saat sürüyor. Öğlen 13.00'da Paris'e ulaştım. Paris'te raylı sistemler epey eski ve yaygın kullanılıyor. RER banliyö trenleri paris'in uzak bölgelerine kadar ulaşımı sağlarken metro da Paris içinde ulaşımı sağlıyor. İnternetten metro ve rer hatları haritasının çıktısını almış, otele nasıl gideceğimi belirlemiştim. Havaalanından çıkınca Airport shuttle'a binip Rer B istasyonuna gittim, bilet kiosklarından birinden biletimi aldım ve otele gitmek için RER B hattına binip şehir merkezinde "Chatalet Les Halles" durağında indim. Ordan da RER A kırmızı hatta binip "Nanterre Prefecetura" durağında indim. Otel durağın hemen çıkışında, La Defense denen iş merkezlerinin, gökdelenlerin yoğunlukta olduğu bir bölgede. Buraya küçük New York diyenler de var. Otelde Ömer'le buluşup eşyalarımı yerleştirdikten sonra Paris'i keşfetmek için dışarı çıktık.


Bugün Champs - Elysees Caddesi ve Louvre müzesini gezmeyi planladık. Bunun için Charles De - Gaulle Etoile adlı meydana gittik.Etoile yıldız anlamına geliyor. Meydandan çevreye açılan 12 geniş cadde'den dolayı görüntü olarak yıldız'a benzetiliyor.Bu meydanda genelde devlet törenleri, yürüyüşler, anma törenleri düzenleniyor. Meydanın tam ortasında "Arc De Triomphe" adı verilen devasa bir zafer takı bulunuyor. Arc de Triomphe, I. Napoléon tarafından bir zafer anıtı olarak yaptırılmış. Üzerine Napoléon’un kazandığı zaferler ile generallerin isimleri yazılı.


Zafer takının doğusundaki cadde ünlü Champs-Elysees caddesi. Hayatımda gördüğüm en geniş, bakımlı, en ışıklı cadde diyebilirim. Cadde üstünde şık restoranlar, cafeler, butikler, sinemalar bulunuyor. Caddenin iki yanındaki kestane ağaçları kübik olarak budanıyor caddenin güzelliğini bozmasınlar diye. Bu caddenin bakımı ve ışıklandırması için büyük paralar harcandığını duydum.

Cadde boyunca yürürken Voque kadın dergisinin 1930'lu yıllardan itibaren çıkan sayılarının kapak resimlerinden oluşan nostaljik bir sergiye rastladık.Audrey Hepburn, Edith Piaf gibi ünlülerin eski resimlerini görmek hoşumuza gitti.


Caddenin sonunda Concorde meydanına ulaşılıyor. Meydanın ortasında iki adet fıskiye bulunuyor.  Ayrıca bu temiz ve büyük meydan eski binalarla çevrili ve heykellerle süslü.


Meydandan sonra Tuileres parkına varıyoruz. Parklar Paris'in vazgeçilmez parçaları. Şehre nefes aldıran bu açık alanların mimarisi de huzur verici. Yüksek bahçe duvarları yok. Bahçelerin ortasında genelde geniş havuzlar oluyor, etraflarında da bolca sandalye. Uzuuun Champs - Elysees yürüyüşünden sonra buradaki yatık sandalyelerde biraz uzanıp dinlendikten sonra Louvre'a doğu yürümeye devam ettik.


Louvre müzesi çarşamba günleri 21.45'e kadar açık olduğu için fırsatı değerlendirmeye karar verdik. Müzenin u şeklinde büyük bir binası var. Bina gotik mimarisine sahip. Orta avlusunda Camdan bir piramit var. Bu piramit müzenin yenilenmesi sırasında yapılmış. Saray ilk olarak 1204 yılında Philippe Auguste tarafından yapılmış, 1793'te müze haline getirilmiş.

Müze, Resim, heykel, doğu sanatları, Mısır sanatları, Yunan sanatları, desen gibi dallara ayrılan kısımlardan meydana geliyor. Bu müzeyi gezmek ve tüm resimleri dikkatle incelemek için en az bir gün ayırmak gerekiyor. Müze geniş ve ihtişamlı salonları ile kalabalık grupları bile tolere edebiliyor. Mona Lisa bu müzedeki en çok merak edilen resim olsa gerek. Resmin önünde fotoğraf çekmeye çalışan büyük bir kalabalık vardı.

Müzedeki mermer heykeller de resimler kadar etkileyiciydi. Müzede 1-2 gün geçirmek ve tüm eserleri hakkıyla görmeyi isterdim ama bu kısa Paris gezisinde ancak 3.5, 4 saat ayırabildik.


 Louvre'da gezerken dışarıda akşam olmuş, yağmur yağıyordu. Çıktığımızda ise yağmur durmuştu. Yemek için bir iki yer bakındık fakat çoğu yer kapalıydı. Otele dönmeye karar verdik.

29 Eylül 2009 Salı

Paris???

Ömer Paris'e gidiyor iş için. Bende gidecektim fakat vize için randevu verdikleri tarih çok riskli.. Gidiş tarihimden 2 gün önce...Vizeyi alamazsam veya geç çıkarsa yaptığım tüm rezervasyonlar, uçak biletim yanabilir... :(
Paris en çok görmek istediğim yerlerden biri değil aslında ama hazır Ömer gidiyorken aradan çıkarmış olacaktım. Bakalım belki de son anda gitmeye karar veririm, hiç belli olmaz.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

İspanya, Andulucia - Granada

İspanya tatilimizin 3. günü sabah erkenden kalkıp 9.45'teki Granada uçağına yetiştik. Biletleri Türkiye'de internetten almıştık. İspanya'da uçakla seyahat etmek trenle seyahat etmekten daha ucuz. Biz de araştırdık ve hem hızlı hem de ucuz olduğu için uçağı tercih ettik. Yaklaşık 1 saatlik yolculuğun ardından Endülüs topraklarına ayak bastık. Uçaktan iner inmez Granada'nın sıcak havası karşıladı bizi. Havaalanının servisi ile şehre geçtik. Granada gördüğüm kadarıyla gayet huzurlu, sessiz, sakin bir kentti. Otelimiz servis durağına çok yakındı. "Hotel Carlos V" güzel bir binanın 4. katında 5-6 odalık bir otel. Adını Kral 5. Carlos'tan alıyor. Otelin hemen yanında eski bir kilise vardı. Kilise çanı ve şehir manzaralı odamız çok temiz ve lükstü. İspanya'da oteller konusunda şanslıydık neyseki. Bu otelde yemek servisi yok. Sadece çay, tost gibi kahvaltılık yiyecekler veriliyor. Biz de tost ve çay istedik ama şok! şok! şok! Gelen sadece sallama çay, ısıtılmış tost ekmeği, marmelat ve tereyağı idi... :) Neyse deyip bu seferlik bulduklarımızla yetindik.

Otelden bir harita istedik. Çok tatlı bir ablaydı otel görevlisi. Bize bir sürü tavsiyelerde bulundu. Gece flamenko gösterisi izleyebileceğimiz güvenli bir organizasyona kaydımızı yaptı. Zira çingene mahalleleri çok ta tekin olmazdı.

Kişi başı 26 Euro ile otantik bir çingene flamenko gösterisi izleyebilecektik.

Granada deyince akla tabii ki Endülüs emevilerinin İspanya'daki en görkemli eseri olan Al Hambra Sarayı geliyor. Sarayı korumak adına içeriye belli sayıda kişi alınıyor, bu durumda da önceden rezervasyon yapmak gerekiyormuş. Buraya gelip eli boş dönmemek için biletimizi bir hafta önceden internetten aldık. Randevumuz saat 14.00'teydi. Bu arada şehri gezmek için dışarı çıktık. Otelden henüz uzaklaşmıştık ki bugün ilk defa giydiğim terliklerimin çok rahat olmadığını farkettim. Bütün gün gezeceğimiz için değiştirsem iyi olur diye düşünürken mükemmel eşim Ömer, "sen şu yol kenarındaki banka otur, ben terliklerini götürüp ayakkabılarını getireyim" teklifinde bulundu. Bankta orta yaşlı bir teyze kocasıyla el ele oturuyordu. Ben de yanlarına oturdum, terliklerimi çıkarıp ömer'e verdim. Ayaklarımın altına resepsiyondan aldığımız haritayı koyup beklemeye başladım. Yanımda oturan çift ilgiyle ne yapmaya çalıştığımızı anlamaya çalıştılar ama en sonunda Ömer gidince dayanamayıp gülerek "neler oluyor?" diye sordular :) Olayı anlatınca da Ömer gibi kibar bir eş bulduğum için şanslı olduğumu söylediler.
Etrafa şöyle bir bakınca geniş caddesi ve meydanı, çiçeklikli sokak lambaları, yeşilliği, temizliği ile Granada'nın iyi bir semtinde olduğumuzu düşündüm...

Granada 'da hayranlıkla eski kiliseleri dolaştık. Pazar olduğu için ayinlere denk geldik. Tekinsiz çingene mahallesinden geçtik ve halen müslümanların yaşadığı bir bölgede hediyelik eşyalara göz attık. Bu çarşıyı urfa'daki dergah çarşısına benzettim biraz. Nargileler, lambalar, sedef kakma hediyelikler, çarıklar, magnetler, fularlar ve daha birçok hediyelik eşyaların satıldığı çarşıdan baharat kokuları yükseliyordu. Zenci bir sokak satıcısından 2 adet yelpaze alıp Al Hambra'ya doğru yola koyulduk. Önce yürüyerek gideriz diye düşündük. Yolda büyük ve tarihi bir hastane binasının fotoğraflarını çektik. Daha sonra eski müslüman şehirlerine özgü, dar, labirent gibi sokakları, yüksek duvarlı evleri geçip bir meydana vardık. Sokaklardaki ağır içki, şarap, bira kokusu sıcak hava ile birleşince başımı ağrıtmıştı. Meydandan Al Hambra dolmuşuna atladık. Vardığımızda daha yarım saatimiz vardı. Soğuk bişeyler içip dinlendik Al Hambra'nın girişinde.

Sarayı gezerken bir yandan da tarihini dinlemek için pasaportumuz ve 4 euro karşılığında bir diafon aldık girişten. Fakat daha sonra diafonun ses kalitesinin pek iyi olmadığını farkettik.

Saraya giriş yaparken içerideki dünyayı hayal etmeniz mümkün olmuyor. Kendimizce büyük beklentilerle gidip beklediğimizin çok çok ötesinde bir dünya ile karşılaştık doğrusu...

Al Hambra arapçada kırmızı demekmiş. Bazıları sarayın adını, inşaatında kullanılan malzemenin renginden aldığını söylerken bazıları da Nasrî İslam Devletinin kurucusu İbn ül-Ahmer'in, Gırnata(Granada) Kalesini ele geçirince, kendi adını verdiği Al Hambra Sarayının inşâtını başlattığını söyler. Nasrîlerin başşehri Gırnatanın Kalesi içindeki düzlüğe kurulan saray, İbn ül-Ahmer ve kendisinden sonra gelen sultanlar tarafından ilâveler yapılarak Al Hambra şaheseri meydana getirilmiş. 13 ve 14. yüzyılda inşâ edilmiş Al Hambra, İslâm sanatının Batıdaki şaheseri. Sanat tarihi bakımından kıymeti ölçülemeyecek kadar büyük...

Öyle bir saray düşünün ki, sayısız odası olsun, sayısız bahçesi, avlusu, havuzu, fıskiyesi olsun.. Merdiven kenarlarındaki su yolları, su sesi ile uyumak için odaların içine yapılmış şadırvanları olsun..
Tüm odaların ve salonların tavanları ve duvarları inanılmaz karmaşıklıkta ve incelikte süslemele
rle, süslemelerin içine gömülmüş arapça surelerle kaplanmış olsun.. Sarayı hızlıca gezmek bile en az 5 saatinizi alsın...
.
  





  








 


İslamiyette su, saflığı ve temizliği temsil ettiğinden heralde Granda gibi sarı sıcak bir şehirdeki bu sarayda su teması çok öne çıkarılmış...

Al Hambra'yı görmeden önce hiç bir şey görmemişim ben meğer... bu kadar mükemmel bir yapıyı, bu kadar ince işçiliği, bunca estetiği bir arada görmek bir yana hayal bile etmemiştim.. Dünyada görmeniz gereken 1001 yer, 101 yer muhabbeti vardır hani.. Bu sarayı 1 numaraya yerleştiririm heralde.

Saraya girerken biraz acıkmıştık, bişeyler yesek mi diye düşünürken zamanımız kalmamıştı. Buna rağmen 6 saat içeride dolaştık, çeşmelerden su içtik, havuzlarına ayaklarımızı daldırıp serinledik, limon ağaçlarının altında dinlendik ve sanırım içerideki rüya bize açlığımızı unutturdu... İçeride devamlı karşılaşıp fotoğraflarımızı çekmelerini istediğimiz Koreli çiftle de arkadaş olduk. E- mailllerimizi aldık.. Bize kendi fotoğraf makinaları ile çekip anında bastırdıkları fotoğrafı hediye ettiler. Bizde toplu bir fotoğraf çekip e-mail adresilerine yolladık.

Al Hambra'yı daha fazla anlatamıycam çünkü kelime bulamıyorum. Resimlerini yükledim.. Resimlere çift tıklayıp büyütebilirsiniz...

Akşam 19.30 gibi otele döndük. Dizlerimizde derman kalmamıştı. Duş alıp 2-3 sat dinlendikten sonra gece 22.00'deki flamenko gecesine katılmak için dışarı çıktık. Yakınlardaki bir restaurantta pizza ile karnımızı doyurup organizasyonun servisini, söylenen yerde beklemeye başladık. 21.30'da bizi alacaktı güya.. Bekle bekle gelmedi. Bir ara Al Hambra'da tanıştığımız Koreli çiftin de içinde olduğu bir otobüs geçti önümüzden, acaba bu bizim otobüsümüz mü, onlar da mı geceye katılıyor diye geçirdim içimden ama otobüs durmadı. En sonunda oteli arayınca bir aksilik olduğunu bizi çingene mahallesine taksi ile göndereceklerini söylediler. Mahalleye ulaştığımızda herkes bizim gelememizi bekliyordu ve tahmin ettiğim gibi koreli çift te oradaydı... :)

30 metrekarelik bir salonun çevresindeki ufak sandalyelere konuklar oturmuştu. Salonun duvarlarına eski flamenkocuların dans ederken çekilmiş fotoğrafları, bakır tavalar ve kepçeler asılmıştı. Sağ taraftaki bölümde bir gitarist, bir şarkıcı, 3 kadın ve bir erkek dansçı oturuyordu. Bizim gelmemizle birlikte müzik başladı. Bir yandan erkek vokalin sesi bir yandan da dansçıların ritmik alkışları eşliğinde pembe elbiseli dansçı salonun ortasında dans etmeye başladı.

Yüzünde çok ciddi bir ifade vardı. Dans ederken vücudu kadar ellerini ve ayaklarını da çok iyi kullanıyordu. Flamenko'da ayak figürleri ve ayakların çıkardığı ses ön planda... Dansına hızlı bir tempo ile devam eden dansçı bir anda dansı bitirip yerine oturdu. Bu "dans sona erdi" demekmiş. Sonra da kalkıp selam vererek gerçek finali yaptı. 2. dansçı epey yaşlı bir bayandı. Tam bir sinyorita! Bu dansta iyi olduğu, kendine güveninden, yüz ifadesinden anlaşılıyordu. Farklı olarak tahta zillerle dans etti. Zilleri kullanışına hayran kaldık. Bu tecrübeli dansçı rehber aracılığı ile videosunun çekilmemesini rica etti bizden. Gece diğer dansçıların danslarıyla ve şarkılarla devam etti. Erkek dansçı da en az bayanlar kadar iyiydi. Bir kaç fotoğraf çekindikten sonra flamenko gecesi son buldu...

Otele dönmeden önce, rehber bizi Al Hambra'yı en iyi gören tepeye çıkardı. Burada bize Granada'nın sosyal ve tarihi yapısı ile ilgili bazı bilgiler verdi. Burada halen müslümanların, hristiyanların ve çingenelerin beraber yaşadığını söyledi. 13. yüzyılda yapılmış islami bir geleneğin ürünü oaln hamamları ve camileri de görme fırsatımız oldu. Kısa bir yürüyüşün sonunda eskiden müslümanların yaşadığı bir sokağa vardık. Sokağın ortasından boylu boyuna geçen bir oyuk vardı. Su yoluna benzettiğimiz bu oyuğun Müslümanlar tarafından bir çeşit açık kanalizasyon olarak kullanıldığını, atık sularını buraya boşaltıp uzaklaştırdıklarını öğrendik. Bu sokaktaki evlerin pencere kenarlarındaki tüm saksıların
aynı renk ve desenlere sahip olması da dikkatimizi çekti. Bu küpler ve saksılar Granada'da bir atölyede üretiliyormuş. Beyaz renkli bu saksıların üzerindeki yeşil müslümanlığı, mavi ise özgürlüğü simgeliyormuş.

Gece turumuzu tamamlayıp otele döndük ve Al Hambra'yı, orada yaşama şansına sahip olmuş insanları düşünerek uykuya daldık...